2024 kötü bir yıldı kabul edelim. Çok daha önceki yıllardan biriken, önce siyasi sonra toplumsal psikolojinin son yıllarda giderek çürümeye başlaması, geçtiğimiz yılın ekonomik buhranıyla beraber bu “survivor” modunu arşa çıkartacak başka yeni olaylara şahit olduk ve olmaya da devam ediyoruz. Ne yapacağımızı şaşırmış bir halde bulabiliyoruz kendimizi. Zihinlerin sağlıklı kalabilmesi ve raydan çıkmaması için herkes kendince “kaç, savaş, don” taktiğini uyguluyor. Fakat tüm bunlar, enerjimizi çok fazla tüketen bir hal aldı gibi hissediyorum. Hem tüm yaşananlara şahit olmak hem de en azından kendi küçük dünyalarımızda huzuru bulmak zaten zor bir psikolojik durumken, bunda dengeyi sağlamak daha da güç bir hale geliyor.
Aslında bu yazıya tam olarak nerden nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Konu olarak huzuru seçtim, çünkü bu konuyla alakalı anlatabileceğim bir deneyimim olmuştu. Fakat sadece o hikayeye odaklanmak içimden gelmedi açıkçası. Son dönemde hepimizin yaşadığına emin olduğum ortak bunalımlarımız var. Bunları atlayarak bu konuya giriş yapmak da pek samimi gelmedi doğrusu. Bir şey önermek değil amacım. Sadece kendi gözlemlerim ve hislerim aracılığıyla bir şeyler yazmak arzusu içerisindeyim. Fakat aynı zamanda burdan anlatmak istediğim hikayeye nasıl bağlayacağıma dair de şu an için hiçbir fikrim yok gibi…
Şöyle başlayalım:
Tüm bu negatiflik, olumsuzluk içerisinde; her şeye rağmen iç huzuru sağlamaya çalışmak daha fazla dikkat ve farkındalık, zihnimize ve bedenimize daha çok ehemmiyet göstermemiz gerektiğine işaret ediyor. Sosyal medya uygulamalarına giriş yaptığımız anda aslında saldırı altındayız. Kendimizi bunlara çok fazla maruz bırakıyor muyuz diye kendimizi kontrol etmeli ve bizde nasıl duygu durumlarını tetiklediğinin de daha çok bilincinde olmalıyız. Hassas bir dönemdeyiz. O yüzden normalden daha fazla ayık bir kafada olmamız gerekir gibi geliyor.
Her şeye rağmen pasif bir halde duramayız. Durmamalıyız. Hayatta dert ettiğimiz şeylerin üzerine de tekrar tekrar düşünmeliyiz mesela. “Gerçekten gerek var mı?”. Şikayet etmek hiçbir şey ama hiçbir şey katmadığı gibi negatif enerjiyi daha da körüklüyor. Hem kendimize hem çevremize zarar veriyoruz. Tembellik edebilecek bir çağda değiliz. Evet, her şey elimizin altında gibi görünüyor. Ama aslında tam olarak öyle de değil. Aksine sanki her şey elimizin altından yavaş yavaş kaymaya başlıyor. Ve susarak, kendi köşemize çekilerek de tatmin olamayabiliyoruz.
Hareket etmeliyiz. Hayal gücümüzü sonuna kadar kullanmalı ve onu besleyebilecek uğraşlara odaklanmalıyız. Doğa ile bağlantımızı kesmemeliyiz. Bütün gün oturarak “scrolling” yapmak, zihnimizi ve bedenimizi yavaş yavaş öldürüyor. Bu yeni çağı yaşayan ilk insanlarız, adımlarımıza dikkat etmeliyiz. Aklımızı kandıran, ruhumuzu sömüren, kalbimizi zehirleyen şeylerin karşımıza çıkması sadece bir ekrana bakmakla kolayca mümkün.
Peki sessizlik? Kendi kendimizle kaldığımız anlar? Gürültünün içinde ya da ağaçların arasında. Bir manzaraya bakarken. Çevrenizden geçip giden insanları izleyebileceğiniz bir noktada otururken, dikkatinizin bir anda hemen üstünüzden geçen bir kuşa takılması ve onu seyre dalmanız. Tüm mevcudiyetinizle. Böyle anları ne kadar sıklıkla yaşıyoruz? Hayatın her anında, çalışırken, yürürken, toplu taşıma kullanırken, kahvenizi yudumlarken, ne kadar farkındayız içimizdeki dünyanın ve ne kadar keyif alıyoruz sadece var olmaktan?
Çok karmaşıktır iç dünya. Hele bir de yeni yeni göz atmaya başlamışsanız, korkutucu, anlamsız sesler duyulur. Çünkü hep o sesleri duymaya alışmışız ve onları bastırmakla uğraşmışız. Onlara kulak vermenin bize zarar vereceğini düşünürüz hep. Ama içeride bir hazine varsa, ona ulaşmanın yolu; o seslere kulak vermek ile mümkün. Derine inebilmek için önce yüzeyi keşfetmeliyiz. Kim bilir derine indikçe muhtemelen daha olumsuz şeylerle karşılacağız. Derine indikçe ışık da azalacak. Yolu kaybetmiş gibi hissedeceğiz belki. Ama bir noktada artık yolu bulmak için gözlerimize ihtiyacımız olmadığını da keşfedebiliriz belki. Keşfettikçe bir bütün olmaya daha da yaklaşıyoruz. Görüş açımız aslında tam tersine açılmaya başlıyor. Olumsuz gözüken ya da gerçekten öyle olan şeyler bize bir fayda sağlayan araçlara dönüşebiliyor.
Huzuru yanlış yerlerde arıyoruz gibi geliyor. Dışarıdan beslenerek iç huzuru sağlamak pek mümkün değil. İç huzuru ancak içimizle hemhal olarak sağlayabiliriz. Buna izin vermeden gerçek huzuru bulmak bir yanılsama gibi geliyor bana. İçerideki tüm olumsuz gözüken şeylere rağmen huzurlu hissedebilmekten bahsediyorum. Anlamak, anlayış göstermek; bu gücü kendimizde uygulamaya hiç fırsat veriyor muyuz?
“Mutlu bir insan olmak, hayatın "sıradan" anlarında huzur ve rahatlık hissini deneyimleyebilmekten geçer. Dış dünya hiçbir zaman bize bu hissi tamamen verme yeteneğine sahip olmayacaktır. Ama kendi içimizde ve de yakın çevremizde daha huzurlu bir dünya tesis etmek mümkündür.”
— Psk. Pelin Kesebir
Sanırım bahsettiğim hikayeye girmek için doğru bir andayım. Bu hikayeyi anlatmak istiyorum çünkü benim için büyülü bir deneyimdi. Bunu paylaşmak belki birilerine bir şekilde ilham olur ya da belki sadece içinizdeki iyi, yüce hislere dokunabilecek bir görünmez iletişim sağlarız. Nasıl olsa hepimiz aynı elementlerden oluşuyoruz. Koca evren de buna dahil.
2024’ün haziran ayıydı. Çok küçük bir köyün, sahildeki çok küçük bir mahallesinde 5 gün geçirdim. Gittiğim yeri ilk defa internetten baktığım fotoğraflar aracılığıyla görmüştüm. Oldukça küçük, sessiz ve sakin bir yere benziyordu. Gittiğimde ise karşılaştığım manzara tahmin ettiğimden daha fazlaydı. Köyün çevresini kayalık ve otlarla dolu kurak dağlar çevreliyordu. Sanki antik döneme ışınlanmış gibi hissediyordum. Sahile giden yolda yürürken bir köşeden Socrates çıksa şaşırmayacaktım. Neredeyse insan yoktu. Sürekli kendimle ve doğayla baş başa kalabilme şansım olduğunu hemen hissetmiş ve görmüştüm.
Bu tarz yerlere gittiğimde, genelde alanı keşfetmek için ilk bakışımı denizin içinden yaparım. İlk gün hemen 2 farklı noktadan denize girdim. Biri hemen merkez sahilde herkesin suya girmek için geldiği, sahil boyunca iki elin parmağını geçmeyecek sayıda restoranların olduğu ve ortada da büyük bir iskelenenin olduğu kısımdı. Buradan denize girip biraz açıldıktan sonra yüzümü köye dönüp etrafı analiz etmeye başladım. Köyün bulunduğu coğrafya dışında her yer küçüklü büyüklü tepelerden oluşuyordu. Gözümü sahilin sağ ucuna doğru çevirdiğimde, en uç kısımda hemen denizin dibinde kayalıklardan oluşan nispeten küçük ama tamamen dik bir tepe gözüme ilişti. Keşfedilmesi gereken bir nokta gibi gözümde adeta parlıyordu.
Denizde biraz serinledikten sonra oraya doğru sahilden yürümeye başladım. Bir patika buldum. Fakat köyün neredeyse her köşesi, zamanında insanların tamamen keyiflerine göre parsellenmiş, doğası hep bozulmuş ve teller, demirlerle çevirilmiş kısımları vardı. Ama köy halkının da artık bu koyulan sınırları çok fazla umursamadığını fark ettiğimden itibaren daha özgür hareket edebildim. Sahil kısmından direkt o patikaya, bu demirlerden dolayı geçiş yapamadım. Ama hemen sağımdaki denizin içinden yürüyerek oraya geçiş yapabileceğimi fark ettim ve devam ettim. Bu patikayı takip ettim ve garip, içi boş birkaç evin yanından geçerek o bahsettiğim nispeten küçük tepenin dibine ulaştım. Yaklaşık 40-50 metrelik bi yüksekliği olduğunu tahmin ediyorum.
Ben dibinden patikayı takip etmeye devam ettim ve hemen bi köşeyi dönmüş bulundum. Kafamı kaldırdığımda başka bir yerdeydim. Karşıma birden ikinci bir sahil koyu çıktı. Bu nispeten küçük tepe aslında bu iki kısmı birbirinden ayıran, denize dik bir şekilde uzanan büyük bir kolun en ucuydu. Bu yeni gördüğüm sahil koyu ise alabildiğine yeşil ve büyük bir tepenin eteklerindeydi. Taşlı kayalara dönüşen patikayı takip etmeye devam ettim. Biraz ilerledikten sonra patika tekrar topraklı bir yola döndü. Sağımdaki denizin dibinde büyük, kocaman taşlar vardı. Bu eski yapılarda kullanılan kare ve dikdörtgen şeklindeki büyük kayalardan bahsediyorum. Bulunduğum patika deniz seviyesinden biraz yüksekteydi. Patikadan sahilin o kısmına atladım. Taşların üzerine çıktım ve buradan suya girebilir miyim diye bakarken, denizin içine doğru devam eden 3 büyük kayanın üzerine basarak ve en sondaki kayadan da atlayarak suya dalabilirim diye düşündüm. Denize girdiğim ikinci kısım buydu.
Suda yine biraz açıldıktan sonra tekrar yüzümü kara parçasına döndüm. O an inanılmaz bir sessizliğin ve dinginliğin içinde olduğumu çok daha derin bir şekilde hissettim. İçimde garip bir haz ve daha önce tatmadığım bir huzur duygusu ateşlendi. Kanıma yavaş yavaş işleyen bu haz ve huzur, o köyde geçirdiğim diğer günlerde de adeta sarhoşluk etkisi yapmaya başlayacaktı.
Bu keşiflerden sonra her sabah: Gün doğmadan hemen önce uyanıyor ve o keşfettiğim ikinci sahil koyu tarafına geçip, denize girmek ve sahilde takılmak için uygun olduğunu düşündüğüm o büyük taşların üzerine kuruluyordum. Ben biraz vücudumu açana kadar da o büyük tepenin ardından güneş de kendini yavaş yavaş göstermeye başlıyordu. Masmavi olan ve adeta bir santim bile kıpırdamayan o suya dalıyordum. Balıkları seyrediyor, denizde biraz açılıyor ve yine bir an durup etrafı dinlemeye, hissetmeye, o büyük dağları seyre dalmaya başlıyordum. Doğanın güzelliği ve muhteşemliği karşısında içsel dünyamda kelimelere tam olarak dökemeyeceğim duygular ve hislerle beraber sadece var olmaktan mutluluk duymaya başlamıştım. Böylesine dolu ve derin hisleri ilk defa bu kadar kuvvetli bir şekilde tecrübe ediyordum.
Büyük taşların üzerine uzanıp, sabahın o tatlı güneş ışınlarıyla tekrar ısınıyor, bazen bir şeyler okuyor ya da müzik dinliyordum. Genelde de sessizliği ve arada kayalara çarpan su seslerini dinliyordum. Bu engin sessizlik ve büyülü dağların arasında geçirdiğim her dakika giderek daha da şiddetli bir şekilde ruhuma tesir etmeye başlıyordu.
İkinci gün kahvaltı için eve dönerken, denizin hemen dibindeki bu bahsettiğim nispeten küçük ama büyük dik kayalıklardan oluşan tepeye bakmak için bir an durup tepeyi gözlemlemeye başladım. Genel olarak bir yerlere tırmanmayı da sevdiğim için bu tepenin zirvesine ulaşmak çok heyecan verici olurdu diye düşündüm. Hemen etrafa bakınmaya başladım. Bulunduğum patikanın üzerinden önce bir yol bulup o tepenin dibine ulaşmam gerekiyordu. Patikadan geldiğim yolda biraz geri giderek bir açıklık buldum ve orayı tırmandım. Kurumuş çalılıkların arasından vücuduma çizikler yiyerek tepenin dibine ulaştım. Şimdi önümde dimdik tırmanılması gereken tahminen yaklaşık 40-50 metrelik bir kaya parçası vardı. Tamamen kayalık olduğu için adımlarımı güvenli yerlere yerleştirebilirdim. Tepeye beklediğimden daha rahat bir şekilde tırmanmayı başardım.
Hemen en uç kayalardan birinde, uygun bir şekilde ayaklarımı yerleştirip üzerinde dik bir şekilde durarak manzarayı incelemeye başladım. 360 derece bir görüş açıklığı bulunuyordu. Bulunduğum konum çok eğlenceli ve çok güzel bir noktadaydı. Tüm köyün üzerinde, doğanın içindeydim.
Tepenin etrafını olabildiğince keşfetmeye çalıştım. Bazı yerlerde eski taşlık yollar buldum. Yol tıkandığında geri döndüm ya da kendim bir rota çizip tepenin başka noktalarına ulaşmaya çalıştım. Ama her yer sık çalılıklarla ve büyük kayalarla dolu olduğu için pek özgür hareket edemedim ve tepenin ilk çıktığım yerine geri döndüm. Aşağıya baktığımda oldukça yüksek bir mesafe vardı. Sağ tarafımda kalan köyün, ana sahilinin paralelinde, koca bir dağ kolu bu büyük alanı denizin içine doğru kaplıyor ve daha da ileriye giderek denizi ortadan bölüyordu. Keza sol tarafımda da fakat daha uzakta yine aynı manzaranın çok daha büyük, devasa bir benzeri vardı. Sanki bu köyün denizi koca bir havuz gibiydi.
“Görüp görebileceğiniz tüm büyük eserler arasında bize en etkileyeci ve en daimi deneyimi doğa sunar.”
— Rick Rubin
Tepenin ilk çıktığım noktasından bu sefer yakın çevremi biraz daha dikkatli incelemeye başladım. Uçurumun dibinden dikkatli bir şekilde birkaç kayayının üzerinden atlayıp pozisyonumu değiştirdim. Hemen önümde, çok hafif aşağıda kalan ve sanki oturabileceğim bir spot gördüm. Bir çalılığın gölgelik, kayalıkların ise resmen basamak yaptığını ve üstüne rahatça oturup hatta sırtımı bile yaslayabileceğim bir küçük alan olduğunu şaşkınlıkla inceleyerek fark ettim. Oturduğumda ise 180 derece görebildiğim engin bir manzaraya bakıyordum. Büyülüydü. İçimden bir ses ya da bir his emin değilim, “buradaki doğayla aramızda bir iletişim var” diye fısıldıyordu. Bulunduğum coğrafyayla tam bir bütünlük hissetmeye başlamıştım.
Köyde günler adeta uzamaya başlamıştı. Her sabah bu iki keşfettiğim alana gitmeye devam ettim. Zirvede bulduğum o spotu inanılmaz bir şekilde benimsemiş ve kendimi o doğanın bir parçası olarak algılamaya başlamıştım. Saatlerce bir kaya gibi orada sadece oturarak var olmanın keyfini çıkartabilirdim.
Orada oturuyor, arada aklımdan geçen düşünceleri defterime karalıyordum. Gerçek huzuru bulmuş gibi hissediyordum. Hayatı algılayış biçimim bambaşka bir boyuttaydı. Görüş alanıma giren her detaya dikkat vererek, doğayı büyük bir minnet ve bağlılık duygusuyla seyre dalıyordum. Tüm duyularımla oradaydım. Hayatımda hiç bu kadar canlılık hissetmemiştim. Gördüğüm doğa, hayret verici, ilham dolu, adeta nefesimi kesen bir deneyim sağlıyordu. Doğayla bağlantı kurarak kendi doğama yaklaşıyordum. Bu köyün doğası, girdiğim deniz, yürüdüğüm topraklı patika, tırmandığım kayalık dağlar ve anlatmadığım diğer başka anlar adeta ruhuma hizmet eder gibiydi. Bense sadece var olmanın tadını çıkartıyor, gördüğüm büyük karınca sürüsüne bile inanılmaz bir derecede dikkat vererek onlardan bir şey öğrenmeye çalışıyordum.
Ruhum yenilenmiş ve içimde engin bir genişlik ve bütünlük hissediyordum.
Hikayem buydu. Buraya kadar okuyup zaman ayırdığınız için teşekkür ederim.
Gerçek anlamda bu içsel huzurun ne demek olabileceğini bu köyde öğrendim diyebilirim. Bulunduğumuz çevreyle uyumlu olmak, farkındalığımızın altında ezilmeden, sakin kalarak, yalnız kalarak, dürtüsel iç güdülerimizin farkına vararak, kendimizle dost olarak, iç dünyamızda dönen her şeye bir kulak kesilmek ama dış dünyayı da asla yadsımamak gerektiğini bu deneyimimle daha da pekiştirdim. Doğanın bizi olduğumuz gibi kabul etmesi ve kendisinde bulundurduğu gizem, herkese ilham olabilecek ilahi bir gücü barındırdığını düşünüyorum.
Aşağıya bu bahsettiğim iki yerin uzaktan çektiğim fotoğraflarını paylaşacağım.
Bir de Charlie Chaplin’nin çok sevdiğim bir şiirini bırakacağım.
Bir başka #bilinçakışın’da görüşmek üzere.
Esen kalınız.
“İç huzurunun anahtarı her şeyi olduğu gibi kabul etmektir, olmasını istediğiniz gibi değil.”
— Marcus Aurelius
Kendimi sevmeye başladığımda fark ettim ki çektiğim acılar, hissettiğim ızdıraplar, kendi doğrularıma aykırı bir hayat sürdüğümde kendime gönderdiğim uyarı sinyalleriymiş. Bugün buna “sahicilik” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda fark ettim ki karşımdaki insan doğru insan olmadığında, buna hazır olmadığında, hatta bu insan kendim olsam bile, arzularımı o insana kabul ettirmeye çalışmam onu çok yaralayabilir. Bugün buna “saygı” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda başka bir hayatı istemeyi bıraktım, çünkü şimdi yaşadığım hayatta etrafımda olup biten her şeyin beni büyümeye davet ettiğini anladım. Bugün buna “olgunluk” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda fark ettim ki bulunduğum her durumda doğru yerdeyim, doğru zamandayım ve her şey olması gerektiği anda oluyor. Dolayısıyla sakin kalmalıyım. Bugün buna “özgüven” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda gelecek için büyük planlar yapmayı, böyle yaparak kendi zamanımdan çalmayı bıraktım. Bunun yerine bana neşe ve mutluluk veren, ruhuma hoş gelen şeyleri, kendi istediğim biçimde ve kendi istediğim hızda yapmaya başladım. Bugün buna “sadelik” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda, sağlığım için iyi olmayan her şeyden kurtuldum: yiyeceklerden, insanlardan, eşyalardan, ortamlardan, beni aşağı çeken ve kendimden uzaklaştıran her şeyden. İlk başlarda bu tutuma sağlıklı bir bencillik diyordum. Bugün bunun “kendini sevmek” olduğunu biliyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda her zaman haklı çıkmaya çalışmayı bıraktım ve o zamandan beri daha az yanıldım. Bugün bunun “tevazu” olduğunu keşfettim.
Kendimi sevmeye başladığımda geçmişte yaşamayı ve gelecek için endişelenmeyi bıraktım. Artık sadece her şeyin olup bittiği şu anda yaşıyorum. Her gün o günü yaşıyorum. Bugün buna “doygunluk” diyorum.
Kendimi sevmeye başladığımda zihnimin beni rahatsız edebileceğini, hatta beni hasta edebileceğini fark ettim. Ancak zihnimi kalbime bağladığımda, zihnim değerli bir müttefikim haline geldi. Bugün bu bağlantıya “kalbin bilgeliği” diyorum.
Artık tartışmalardan, yüzleşmelerden, kendimizle veya başkalarıyla yaşadığımız küçüklü büyüklü sorunlardan korkmuyorum. Yıldızlar bile çarpışıyor ve onların çarpışmasından yeni dünyalar doğuyor. Bugün buna “hayat böyle bir şey!” diyorum.
Yazınız amacına ulaştı 🤗 En azından benim için... Huzurunuz ve kendinize olan sevginiz baki olsun 🙏 ve de kaleminize sağlık.