Ülkemiz uzun bir süredir geleceği adına cehennem gibi günlerden geçiyor. Aklı selim kalmakta zorlandığımız, gördüğümüz her yeni haber karşısında artık ne tepki vereceğimizi şaşırdığımız bir dönem. Her şey o kadar hızlı ilerliyor ki...
Dünyada da işler farklı mı sanki? 2 yılda Batı Asya’nın (Orta Doğu) geldiği nokta felaket. İsrail, İran’ı da bitirene kadar durmak istemiyor. Filistin topraklarında tam bir işgal ve soykırım uygulanmaya devam ediliyor. Dünya’nın geri kalanı ise, izliyor. Hatta daha fenası destek bile oluyor.
Bir yandan aslında insanlık tarihi de tekrar özüne dönüyor diyebiliriz. Her daim ama her daim bu siyasi elitler birbirlerine girmeyi, halkları, birbirleriyle kendi çıkarları için dövüştürmeyi başarmış ve kendisine tehlikeli gözüküp, elinde güç bulunduranlara karşı barış istemeyenlerin zoraki dayatmalarıyla nihai savaş dönemine sürükleniyoruz. Çünkü güç onlarda. İstedikleri her şeyi yapabilirler.
Tarihin temel gerçeklerinden biri uzun vadede mutlaka “barbar”ların kazanıyor olması. Barbarlar, tarihte medeniyetin hep taşıyıcıları olmuşlardır. Örnek verecek olursak Romayı yıkan barbarlardır. Ortaçağda bilimi, sanatı, mimarlığı yayanlar dönemin barbarları olan Araplardır ve bir diğer barbar ırk olan Türklerin öncülüğü ile İslam kültürünün zenginliğini tüm dünyaya yaymışlardır. Daha bir sürü örnek verilebilir.
Düzen bozucu, medeniyet düşmanı olarak görülenler aslında düzene hakim olan siyasilerin varlıklarını, düzenlerini tehdit eder olmuşlar ve zamanı geldiğinde de onları yerle bir etmişlerdir. Yeni düzen getiren barbarlar zamanla yeni medeniyetin taşıyıcı haline gelirler ve bu düzene karşı olan gruplar da yeni barbarlar haline gelir.
Geçen yılın yaz aylarında Netenyahu “Ortadoğu’daki çatışma medeniyetle ile barbarlık arasında bir çatışma” demişti ve hedeflerinin İran olduğunun sinyallerini o zamandan vermişti. Tarih sahnesinde bu “medeniyeti” bitiren yeni bir “barbar” kavmi zamanı geldiğinde mutlaka ortaya çıkacaktır. Çünkü insanlığın barbarlığa ihtiyacı olduğu aşikar…
Yazıya gelirsek…
Siyaset bilimci Evren Balta’nın T24’te, 7 Mart 2025’te kaleme aldığı bir yazının başlığı bu “Yıkım Karşısında Siyasal Hayal Gücü”.
Bizlerin, yani siyasi gücü elinde henüz bulundurmayanların elindeki asıl gücün ne olduğunu, son 75 yılı, günümüzü ve geleceğimizi tek bir potada eriten kıymetli bir yazı.
Bu karanlık gözüken geleceğimizde, tam olarak neyle karşı karşıya olduğumuzun farkında olmamız, yaşanabilecek şeyleri iyi bir şekilde şimdiden anlamaya gayret göstermeli ve kendimizi geleceğe hazırlamalıyız. Elimizdeki ışığı büyütmenin ve inandığımız değerler için birlikte gür bir ses çıkartmanın yollarını aramaktan vazgeçmemeliyiz.
Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği.
Sağlıcakla,
Evren Balta
Karşı karşıya olduğumuz şey sadece küresel olayların öngörülemezliğinden kaynaklanan kontrolsüz bir çöküş ya da belirsizlik değil, kasıtlı ve sistematik bir yıkım iradesi.
Bu yazıya kişisel bir itirafla başlayayım. Siyasetin insanın ruhuna karabasanlar üflediği bir dünyada neden siyaset bilimci olmak istediğimi çok düşündüm. Babamın siyaseti sevmesi ve siyaset dolu bir evde büyümem bunun nedenlerinden biri olabilir belki. Ama daha önemli neden, 1970'lerin Ankara’sında bir iç savaş mahallesinde büyümüş olmam. Ne sağın ne solun kontrol edemediği ve kontrol edebilmek için birbirini vurduğu bir mahallede, kurşunlar üzerimizden geçerken oyun oynamaya çalışan bir çocuk olmam.
O çocukluğu unutmak istemem için çok sebebim vardı. Ama unutamadım.
Onun yerine başıma gelenleri anlamayı tercih ettim. Güvende olup olmamayı bazı teorilere ve rakamlara bakarak tahmin edebileceğimi düşündüm. Ya da gerçek dünyada olan bitenlerle arama bilgi üzerinden bir mesafe koyarak, onların bana değmesini engellemeye çalıştım. Örneğin, iç savaşın bir ülkede her bölgeyi aynı biçimde etkilemediğini, savaşın şiddetinin, iç savaş taraflarından birinin o bölgede kontrolü ele geçirip geçirmemesiyle ilgili olduğunu öğrendim. Savaşın çıktığı bir ülkede yaşıyorsanız ve orada kalmak zorundaysanız, iyi ya da kötü bir grubun kontrol ettiği bir bölgede yaşamanız, hayatınızı “normalmiş” gibi sürdürebilmenizin en mümkün yoluydu.
Daha pek çok böyle, kendimi güvende hissetmemi sağlayacak bilgi edindim. Dış dünyada olan olayları soyut kategoriler haline getirerek anlaşılabilir kıldım. Ya da anlaşılır kılanların izinden gittim. Çünkü Foucault’nun şahane bir biçimde söylediği gibi, bilgi iktidar (ya da kontrol etmek) demekti. Olup bitenleri öngörülebilir, tahmin edilebilir, soyutlanıp, paketlenip, bir rafa kaldırılabilir bir hale getirmek demekti. Herkes böyle baş eder demiyorum ama ben galiba hayatım boyunca böyle baş ettim.
2019 yılında ilk baskısı çıkan Tedirginlik Çağı kitabını tam da böyle bir duyguyla yazdım. Bilgi ya da bilmek, bir kontrol etme aracı olarak hızla elim(iz)den kayıyordu. Örüntüleri anlamak, olanları soyutlamak, neyin nerede nasıl olacağını tahmin etmek giderek zorlaşıyordu. Tedirginlik Çağı temelde bir belirsizlik çağıydı. Sadece dünya ile değil, dünyanın bilgisi ile kurduğumuz ilişkinin topyekûn değiştiği bir dönemdi bu.
Kitabın giriş bölümüne şöyle yazmıştım: “Ateşkes anlaşmaları ile biten savaşların, asker ile sivilin, cephe ile cephe gerisinin, güvenilir otoritelerin, inandırıcı kurumların, üniversiteye giderek bir iş sahibi olabileceğini hayal etmenin, çocuklarımızın bizden daha iyi bir hayat yaşayacaklarını düşünmenin, hayat boyu aynı işte çalışıp bir gün emekli olmanın, olağan ile olağanüstü arasındaki sınırların belirli olduğu bir dönemin sonuna geldik.”
Geçtiğimiz altı yıl, altı yıl önce sonuna geldiğimizi söylediğim bir şeyin gerçekten sonuna geldiğimizi ama henüz dibini görmediğimizi fark ettiğimiz bir dönem oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan anlatılar, kurallar ve normlar tek tek yerle bir oldu. Liberalizm (ya da liberal düzen) ise komünizmin çöküşünde olduğu gibi bir duvarın yıkılması ya da bir tankın üzerine çıkılması gibi dramatik olaylarla kısa zamanda değil, daha karmaşık ve sessiz bir süreçle çöktü. 20. yüzyılı kuran kurumlar, normlar ve güç dengeleri sona erdi.
Yirminci yüzyılın ağır aksak düzeninin yerini, ellerinde bütün dünyayı yok edebilecek kadar nükleer silah bulunan cahil adamların (evet çoğu erkek), hiçbir tabuyu ya da normu takmadan yönettikleri bir düzen aldı. Bu, ona buna bağırmanın, hayata saygı duymamanın ve ne tarihle ne de gelecekle hiçbir ilişki kurmayan bir mutlak şimdinin içinde yaşayan liderlerin dünyasıydı.
Geçmişte ödenen bedellerin ve gücün tehlikelerinin farkında olmayan, geleceğin sorumluluğunu üstlenmek istemeyen bir mutlak şimdi haline tapanların düzeni (Hans Jonas’ın bahsettiği sorumluluk imperatifinden nasibini almamışların düzeni). Bu yeni düzen, hesaplanmış stratejilerden ve diplomatik inceliklerden ziyade, ani tepkiler, gösterişli tehditler ve dehşetle yönetiliyor; felç ederek ve anlama kapasitesini yok ederek ilerliyordu.
Gümrük tarifelerini "1 Nisan’da açıklayacaktım ama şaka yapıyorum sanırlar" gibi ifadelerle duyuran, on binlerce kamu çalışanını bir anda işten çıkaran, Grönland’ı kendi toprağı ilan eden, başka bir ülkeye eyalet muamelesi yapan, eşitliği beyaz (erkek) ayrıcalıklarının korunması sanan bir liderin belirsizlikle yönettiğini söylemek ciddi bir yanlış olur. Bu düzenin yapısal dinamiklerini bu sayfalarda (ya da belki ekranlarda mı demeliyim) çokça yazdım. Ama burada kısaca yeniden tekrarlayayım: Karşı karşıya olduğumuz şey sadece küresel olayların öngörülemezliğinden kaynaklanan kontrolsüz bir çöküş ya da belirsizlik değil, kasıtlı ve sistematik bir yıkım iradesi.
O meşhur Gazze videosu bu anlamda çok şey söylüyor. Bu yıkımın özü, kırılanı onarmaya, telafi etmeye çalışmaktan çok, yeni ve radikal ama tamamen absürt, tamamen karanlık bir şey inşa etmeyi hedeflemesinde yatıyor. Krizin ve olağanüstü halin dili istikrarı sağlamak için değil, istikrarsızlığı kalıcı kılmak için kullanılıyor.
Üstelik bu yıkıcı irade yalnızca şimdiyi bozmakla kalmıyor; aynı zamanda geleceği hayal etme kapasitemizi de yok ediyor. Hayallerimizi her şeyin uyduruk, her şeyin sahte olduğu bir tatil köyünün sınırlarına hapsediyor (seyretmediyseniz White Lotus dizisini seyretmeniz yönündeki tavsiyemi araya sıkıştırayım). Kurumların ve normların yıkılması, toplumların plan yapma, umut etme ya da bir gelecek tasavvur etme becerisini aşındırıyor. Amaç, yalnızca belirsizliği yönetmek değil; aksine, hesaplanmış bir kaos ile geleneksel direniş biçimlerini etkisiz hale getiren yeni bir gerçeklik inşa etmek zira.
Bu derin yıkım döneminde, hissedebileceğimiz dehşetin ne kadar yoğun olabileceğini biliyorum. Durmak bilmeyen krizler ve hızlanan yıkım karşısında, baskın tepki genellikle bir felç hali (bunun bilinçli bir strateji olduğunu Ezra Klein şu videoda harika anlatıyor). Bu, felç olma hali bir zamanlar düşünülemez olan şeyleri pasif bir şekilde kabullenme riskiyle de karşı karşıya bırakıyor bizi. Kişisel başa çıkma mekanizmalarımız, bir araya gelip toplu bir teslimiyet haline dönüşüyor. Kaosun kökeniyle yüzleşmemenin ve alternatifleri hayal edemememin bir yolu haline geliyor. Bu anlamda, asıl tehlike yıkımın kendisinde değil, başka bir yolun mümkün olmadığına dair giderek büyüyen kabullenişte yatıyor. İnsan bırakın şu yazıyı okumayı, televizyon açıp seyretmek istemiyor…
Buradan çıkabilmek için Rebecca Solnit’in ifade ettiği gibi yıkımı sadece bir tehdit olarak değil, yeni olasılıkların alanı olarak görmemiz gerekiyor; zira eğer gelecek kesinleşmemişse, hâlâ bizim eylemlerimizle şekillendirilebilir.
Tam bu noktada daha da çok uzayabilecek bu yazıyı Ivan Krastev'in bitirdiği gibi bitireyim: “Bugünkü gibi varoluşsal bir kriz anında, zayıf tarafın elindeki en değerli kaynak siyasi hayal gücü."
Kaynak: https://t24.com.tr/yazarlar/evren-balta/yikim-karsisinda-siyasal-hayal-gucu,48895